NECİP FAZIL KISAKÜREK ŞİİRLERİ

Necip Fazıl Kısakürek Şiirleri

Necip Fazıl Kısakürek , edebiyatımızda iz bırakmış en önemli şairlerdendir. Ustadın şiirlerinden bazıları şunlardır :



Zindandan Mehmed'e Mektup

Zindan iki hece, Mehmed'im lâfta! 
Baba katiliyle baban bir safta! 
Bir de, geri adam, boynunda yafta... 
Halimi düşünüp yanma Mehmed'im! 
Kavuşmak mı? .. Belki... Daha ölmedim! 

Avlu... Bir uzun yol... Tuğla döşeli, 
Kırmızı tuğlalar altı köşeli. 
Bu yol da tutuktur hapse düşeli... 
Git ve gel... Yüz adım... Bin yıllık konak. 

Ne ayak dayanır buna, ne tırnak! 
Bir âlem ki, gökler boru içinde! 
Akıl, olmazların zoru içinde. 
Üstüste sorular soru içinde: 
Düşün mü, konuş mu, sus mu, unut mu? 
Buradan insan mı çıkar, tabut mu? 

Bir idamlık Ali vardı, asıldı; 
Kaydını düştüler, mühür basıldı. 
Geçti gitti, birkaç günlük fasıldı. 
Ondan kalan, boynu bükük ve sefil; 
Bahçeye diktiği üç beş karanfil... 

Müdür bey dert dinler, bugün 'maruzât'! 
Çatık kaş.. Hükûmet dedikleri zat... 
Beni Allah tutmuş, kim eder azat? 
Anlamaz; yazısız, pulsuz, dilekçem... 
Anlamaz; ruhuma geçti bilekçem! 

Saat beş dedi mi, bir yırtıcı zil; 
Sayım var, maltada hizaya dizil! 
Tek yekûn içinde yazıl ve çizil! 
İnsanlar zindanda birer kemmiyet; 
Urbalarla kemik, mintanlarla et. 

Somurtuş ki bıçak, nâra ki tokat; 
Zift dolu gözlerde karanlık kat kat... 
Yalnız seccâdemin yününde şefkat; 
Beni kimsecikler okşamaz mâdem; 
Öp beni alnımdan, sen öp seccâdem! 

Çaycı, getir, ilâç kokulu çaydan! 
Dakika düşelim, senelik paydan! 
Zindanda dakika farksızdır aydan. 
Karıştır çayını zaman erisin; 
Köpük köpük, duman duman erisin! 

Peykeler, duvara mıhlı peykeler; 
Duvarda, başlardan, yağlı lekeler, 
Gömülmüş duvara, baş baş gölgeler... 
Duvar, katil duvar, yolumu biçtin! 
Kanla dolu sünger... Beynimi içtin! 

Sükût... Kıvrım kıvrım uzaklık uzar; 
Tek nokta seçemez dünyadan nazar. 
Yerinde mi acep, ölü ve mezar? 
Yeryüzü boşaldı, habersiz miyiz? 
Güneşe göç var da, kalan biz miyiz? 

Ses demir, su demir ve ekmek demir... 
İstersen demirde muhali kemir, 
Ne gelir ki elden, kader bu, emir... 
Garip pencerecik, küçük, daracık; 
Dünyaya kapalı, Allaha açık. 

Dua, dua, eller karıncalanmış; 
Yıldızlar avuçta, gök parçalanmış. 
Gözyaşı bir tarla, hep yoncalanmış... 
Bir soluk, bir tütsü, bir uçan buğu; 
İplik ki, incecik, örer boşluğu. 

Ana rahmi zâhir, şu bizim koğuş; 
Karanlığında nur, yeniden doğuş... 
Sesler duymaktayım: Davran ve boğuş! 
Sen bir devsin, yükü ağırdır devin! 
Kalk ayağa, dimdik doğrul ve sevin! 

Mehmed'im, sevinin, başlar yüksekte! 
Ölsek de sevinin, eve dönsek de! 
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte! 
Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir! 
Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir! 

(1961)

Aç Kapıyı

Aç kapıyı haber var, 
Ötenin ötesinden. 
Dudaklarda şarkılar, 
Kurtuluş bestesinden. 

Biz geldik, bilen bilsin. 
Gönül gönül girilsin. 
İnsanlar devşirilsin, 
Sonsuzluk destesinden.

Aman!

Aman efendim, aman! 
Galiba Âhir Zaman! 
Manzarası yurdumun, 
Tufan gününden yaman! 
Göz görmez aydınlıkta; 
Asümanedek duman. 
Yer dumanmış ne çıkar, 
Duman dolu âsüman. 
Türk evi delik deşik; 
Yıkı dökük hânüman. 
Duraksız itiş kakış; 
Süresiz karman-çorman. 
Anne çocuk doğurur, 
Köpek soyundan azman. 
Beyinler zıpzıp kadar, 
Mideler koskocaman. 
Aziz fikir buğdayı, 
Katıra mahsus saman. 
Boş lâf, hep dalga dalga; 
Uçsuz bucaksız umman. 
Hayvanlık orkestrası: 
Eşek, birinci keman. 
Orman keleş, nebat kel; 
Nebat adamlar orman. 
Midelerde ihracat, 
Günde beş milyon batman. 
Milli servet matbaa, 
Bilmem kaç milyar harman. 
Yangın evinde satranç; 
Plân, reform ve uzman. 
Tam bir buçuk asırdır, 
Maymunlardan eleman. 
Bizdeki hale nispet 
Maymun taklitten pişman. 
Hangi yol Türke uygun, 
Hangi parti tercüman? 
Çıkamaz meydanlara; 
Camide mahpus iman! 
Silah küfrün belinde, 
Küfrün elinde, ferman. 
Cehle sorarsan ilim; 
Zehre sorarsan, derman. 
Rahmet, meçhul kelime; 
Bilinmez isim, Rahmân. 
Kutsal kitaptır fuhuş; 
Ahlâk, okunmaz roman. 
Tarih, kontra gerçeğe; 
Hürriyet hakka düşman. 
Millete kasdedenin 
İsmi milli kahraman. 
Yere batsın bu dünya, 
Bu dünyadan hayr uman! 
Genç adam, at yorganı! 
Sana haram, uyuman! 
Aman, efendim aman! 
Efendim, aman, aman!

Anneciğim

Ak saçlı başını alıp eline, 
Kara hülyalara dal anneciğim! 
O titrek kalbini bahtın yeline, 
Bir ince tüy gibi sal anneciğim! 

Sanma bir gün geçer bu karanlıklar, 
Gecenin ardında yine gece var; 
Çocuklar hıçkırır, anneler ağlar, 
Yaşlı gözlerinle kal anneciğim! 

Gözlerinde aksi bir derin hiçin, 
Kanadın yayılmış, çırpınmak için; 
Bu kış yolculuk var, diyorsa için, 
Beni de beraber al anneciğim!... 

(1926)

Beklenen

Ne hasta bekler sabahı, 
Ne taze ölüyü mezar. 
Ne de şeytan, bir günahı, 
Seni beklediğim kadar. 

Geçti istemem gelmeni, 
Yokluğunda buldum seni; 
Bırak vehmimde gölgeni, 
Gelme, artık neye yarar?

Bekleyen

Sen kaçan ürkek bir ceylansın dağda 
ben peşine düşmüş bir canavarım. 
istersen dünyayı çağır imdada 
sen varsın dünyada birde ben varım 
seni korkutacak geçtiğin yollar 
arkandan gelecek hep ayak sesim 
sarıp vücudunu belirsiz kollar 
enseni yakacak ateş nefesim 
kimsesiz odanda kış geceleri 
için ürperdiği demler beni an 
deki odur sarsan pencereleri; 
deki rüzgar değil odur haykıran 
göğsümden havaya kattığım zehir 
solduracak bir gül gibi ömrünü 

Bu Yağmur

Bu yağmur... bu yağmur... bu kıldan ince 
Nefesten yumuşak yağan bu yağmur... 
Bu yağmur... bu yağmur... bir gün dinince. 
Aynalar yüzümü tanımaz olur. 

Bu yağmur kanımı boğan bir iplik 
Tenimde acısız yatan bir bıçak 
Bu yağmur yerde taş ve bende kemik 
Dayandıkça çisil çisil yağacak. 

Bu yağmur delilik vehminden üstün; 
Karanlık kovulmaz düşüncelerden. 
Cinlerin beynimde yaptığı düğün 
Sulardan, seslerden ve gecelerden.
kaçıp dolaşsan da sen şehir şehir 

bana kalacaksın yine son günü 
ölürsün kapanır yollar geriye 
ben mezarla sırdaş olur beklerim 
varılmaz hayale işaret diye 
toprağında bir taş olur beklerim

Büyük Doğu Marşı

Allahın seçtiği kurtulmuş millet! 
Güneşten başını göklere yükselt! 
Avlanır, kim sana atarsa kement, 
Ezel kuşatılmaz, çevrilmez ebet. 

Allahın seçtiği kurtulmuş millet! 
Güneşten başını göklere yükselt! 

Yürü altın nesli, o tunç Oğuz’un! 
Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun. 
Nur yolu izinden git, KILAVUZ’un! 
Fethine çık, doğru, güzel, sonsuzun! 

Yürü altın nesli, o tunç Oğuz’un! 
Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun. 

Aynası ufkumun, ateşten bayrak! 
Babamın külleri, sen, kara toprak! 
Şahit ol, ey kılıç, kalem ve orak! 
Doğsun BÜYÜK DOĞU, benden doğarak! 

Canım İstanbul

Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar; 
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar. 
İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim; 
O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim. 
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur; 
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur. 
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale, 
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale. 

İstanbul benim canım; 
Vatanım da vatanım... 
İstanbul, 
İstanbul... 

Tarihin gözleri var, surlarda delik delik; 
Servi, endamlı servi, ahirete perdelik... 
Bulutta şaha kalkmış Fatih'ten kalma kır at; 
Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat... 
Şahadet parmağıdır göğe doğru minare; 
Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare? .. 
Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet; 
Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet... 

O manayı bul da bul! 
İlle İstanbul'da bul! 
İstanbul, 
İstanbul... 

Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği; 
Çamlıca'da, yerdedir göklerin derinliği. 
Oynak sular yalının alt katına misafir; 
Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir. 
Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar, 
Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar... 
Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi? 
Cumbalı odalarda inletir ' Katibim'i... 

Kadını keskin bıçak, 
Taze kan gibi sıcak. 
İstanbul, 
İstanbul... 

Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler! 
Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler... 
Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu, 
Adada rüzgar, uçan eteklerden sorumlu. 
Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından 
Hala çığlıklar gelir Topkapı Sarayından. 
Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar; 
Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar... 

Gecesi sünbül kokan 
Türkçesi bülbül kokan, 
İstanbul, 
İstanbul...

Çile

Gâiblerden bir ses geldi: Bu adam, 
Gezdirsin boşluğu ense kökünde! 
Ve uçtu tepemden birdenbire dam; 
Gök devrildi, künde üstüne künde... 

Pencereye koştum: Kızıl kıyamet! 
Dediklerin çıktı, ihtiyar bacı! 
Sonsuzluk, elinde bir mavi tülbent, 
Ok çekti yukardan, üstüme avcı. 

Ateşten zehrini tattım bu okun. 
Bir anda kül etti can elmasımı. 
Sanki burnum, değdi burnuna (yok) un, 
Kustum, öz ağzımdan kafatasımı. 

Bir bardak su gibi çalkandı dünya; 
Söndü istikamet, yıkıldı boşluk. 
Al sana hakikat, al sana rüya! 
İşte akıllılık, işte sarhoşluk! 

Ensemin örsünde bir demir balyoz, 
Kapandım yatağa son çare diye. 
Bir kanlı şafakta, bana çil horoz, 
Yepyeni bir dünya etti hediye. 

Bu nasıl bir dünya hikâyesi zor; 
Mekânı bir satıh, zamanı vehim. 
Bütün bir kâinat muşamba dekor, 
Bütün bir insanlık yalana teslim. 

Nesin sen, hakikat olsan da çekil! 
Yetiş körlük, yetiş, takma gözde cam! 
Otursun yerine bende her şekil; 
Vatanım, sevgilim, dostum ve hocam! 

Aylarca gezindim, yıkık ve şaşkın, 
Benliğim bir kazan ve aklım kepçe. 
Deliler köyünden bir menzil aşkın, 
Her fikir içimde bir çift kelepçe. 

Niçin küçülüyor eşya uzakta? 
Gözsüz görüyorum rüyada, nasıl? 
Zamanın raksı ne, bir yuvarlakta? 
Sonum varmış, onu öğrensem asıl? 

Bir fikir ki, sıcak yarada kezzap, 
Bir fikir ki, beyin zarında sülük. 
Selâm, selâm sana haşmetli azap; 
Yandıkça gelişen tılsımlı kütük. 
Yalvardım: Gösterin bilmeceme yol! 
Ey yedinci kat gök, esrarını aç! 
Annemin duası, düş de perde ol! 
Bir asâ kes bana, ihtiyar ağaç! 
Uyku, kaatillerin bile çeşmesi; 
Yorgan, Allahsıza kadar sığınak. 
Teselli pınarı, sabır memesi; 
Size şerbet, bana kum dolu çanak. 

Bu mu, rüyalarda içtiğim cinnet, 
Sırrını ararken patlayan gülle? 
Yeşil asmalarda depreniş, şehvet; 
Karınca sarayı, kupkuru kelle... 

Akrep, nokta nokta ruhumu sokmuş, 
Mevsimden mevsime girdim böylece. 
Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş, 
Fikir çilesinden büyük işkence. 

Evet, her şey bende bir gizli düğüm; 
Ne ölüm terleri döktüm, nelerden! 
Dibi yok göklerden yeter ürktüğüm, 
Yetişir çektiğim mesafelerden! 

Ufuk bir tilkidir, kaçak ve kurnaz; 
Yollar bir yumaktır, uzun, dolaşık. 
Her gece rüyamı yazan sihirbaz, 
Tutuyor önümde bir mavi ışık. 

Büyücü, büyücü ne bana hıncın? 
Bu kükürtlü duman, nedir inimde? 
Camdan keskin, kıldan ince kılıcın, 
Bir zehirli kıymık gibi, beynimde. 

Lûgat, bir isim ver bana halimden; 
Herkesin bildiği dilden bir isim! 
Eski esvaplarım, tutun elimden; 
Aynalar, söyleyin bana, ben kimim? 

Söyleyin, söyleyin, ben miyim yoksa, 
Arzı boynuzunda taşıyan öküz? 
Belâ mimarının seçtiği arsa; 
Hayattan muhacir, eşyadan öksüz? 

Ben ki, toz kanatlı bir kelebeğim, 
Minicik gövdeme yüklü Kafdağı, 
Bir zerreciğim ki, Arş'a gebeyim, 
Dev sancılarımın budur kaynağı! 

Ne yalanlarda var, ne hakikatta, 
Gözümü yumdukça gördüğüm nakış. 
Boşuna gezmişim, yok tabiatta, 
İçimdeki kadar iniş ve çıkış. 

Gece bir hendeğe düşercesine, 
Birden kucağına düştüm gerçeğin. 
Sanki erdim çetin bilmecesine, 
Hem geçmiş zamanın, hem geleceğin. 

Açıl susam açıl! Açıldı kapı; 
Atlas sedirinde mâverâ dede. 
Yandı sırça saray, ilâhî yapı, 
Binbir âvizeyle uçsuz maddede. 

Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik; 
Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur. 
İçiçe mimarî, içiçe benlik; 
Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur! 

Nizam köpürüyor, med vakti deniz; 
Nizam köpürüyor, ta çenemde su. 
Suda bir gizli yol, pırıltılı iz; 
Suda ezel fikri, ebed duygusu. 

Kaçır beni âhenk, al beni birlik; 
Artık barınamam gölge varlıkta. 
Ver cüceye, onun olsun şairlik, 
Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta. 

Öteler öteler, gayemin malı; 
Mesafe ekinim, zaman madenim. 
Gökte saman yolu benim olmalı; 
Dipsizlik gölünde, inciler benim. 

Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök! 
Heybem hayat dolu, deste ve yumak. 
Sen, bütün dalların birleştiği kök; 
Biricik meselem, Sonsuza varmak...

Kaldırımlar 1

Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında; 
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum. 
Yolumun karanlığa saplanan noktasında, 
Sanki beni bekleyen bir hayâl görüyorum. 

Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık; 
Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar. 
İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık; 
Biri benim, biri de serseri kaldırımlar. 

İçimde damla damla bir korku birikiyor; 
Sanıyorum, her sokak başını kesmiş devler... 
Üstüme camlarını, hep simsiyah, dikiyor; 
Gözüne mil çekilmiş bir âmâ gibi evler. 

Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi; 
Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır. 
Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi; 
Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır. 

Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta; 
Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum! 
Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta; 
Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum! 

Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim, yol gitsin; 
İki yanımdan aksın, bir sel gibi fenerler. 
Tak, tak, ayak sesimi aç köpekler işitsin; 
Yolumun zafer tâkı, gölgeden taş kemerler. 

Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim; 
Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları! 
Islak bir yorgan gibi, sımsıkı bürüneyim; 
Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları. 

Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya; 
Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi. 
Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya, 
Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi..

Kaldırımlar 2

Başını bir gayeye satmış kahraman gibi, 
Etinle, kemiğinle, sokakların malısın! 
Kurulup şiltesine bir tahtaravan gibi, 
Sonsuz mesafelerin üstünden aşmalısın! 

Fahişe yataklardan kaçtığın günden beri, 
Erimiş ruhlarınız bir derdin potasında. 
Senin gölgeni içmiş, onun gözbebekleri; 
Onun taşı erimiş, senin kafatasında. 

İkinizin de ne eş, ne arkadaşınız var; 
Sükût gibi münzevî, çığlık gibi hürsünüz. 
Dünyada taşınacak bir kuru başınız var; 
Onu da, hangi diyar olsa götürürsünüz. 

Yağız atlı süvari, koştur, atını, koştur! 
Sonunda kabre çıkar bu yolun kıvrımları. 
Ne kaldırımlar kadar seni anlayan olur, 
Ne senin anladığın kadar, kaldırımları... 

(1927)

Kaldırımlar 3

Bir esmer kadındır ki, kaldırımlarda gece, 
Vecd içinde başı dik, hayalini sürükler. 
Simsiyah gözlerine, bir ân, gözüm değince, 
Yolumu bekleyen genç, haydi düş peşime der. 

Ondan bir temas gibi rüzgar beni bürür de, 
Tutmak, tutmak isterim, onu göğsüme alıp. 
Bir türlü yetişemem, fecre kadar yürür de, 
Heyhat, o bir ince ruh, bense etten bir kalıp. 

Arkamdan bir kahkaha duysam yaralanırım; 
Onu bir başkasına râm oluyor sanırım, 
Görsem pencerelerde soyunan bir karaltı. 

Varsın, bugün bir acı duymasın gözyaşımdan; 
Bana rahat bir döşek serince yerin altı, 
Bilirim, kalkmayacak, bir yâr gibi başımdan...

    SAKARYA TÜRKÜSÜ

    İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya;
    Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.
    Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak;
    Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.

    Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir
    Oluklar çift; birinden nur akar, birinden kir.
    Akışta denetlenmiş, büyük, küçük, kainat;
    Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat!

    Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne,
    Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine;
    Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için.
    Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?
    Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,
    Sırtına Sakarya'nın, Türk tarihi vurulur.

    Eyvah, eyvah, Sakaryam, sana mı düştü bu yük?
    Bu dava hor, bu dava öksüz, bu dava büyük!..
    Ne ağır imtihandır, başındaki, Sakarya!
    Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?

    İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal;
    Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal.
    Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan;
    Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan;
    Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu an;
    Kehkeşanlara kaçmış eski günleri an!

    Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu;
    Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?
    Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna;
    Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?
    Mermerlerin nabzında hala çarpar mı tekbir?
    Bulur mu deli rüzgar o sedayı: Allah bir!

    Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler;
    Sakarya, kandillere katran döktü geceler.
    Vicdan azabına es, kayna kayna Sakarya,
    Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!

    İnsan üçbeş damla kan, ırmak üçbeş damla su;
    Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.
    Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;
    Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?

    Kafdağını aşsalar, belki çeker de bir kıl!
    Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl!
    Sakarya, saf çocuğu, masum Anadolu'nun,
    Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!

    Sen ve Ben, gözyaşıyla ıslanmış hamurdanız;
    Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!
    Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;
    Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!

    Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;
    Sen kıvrıl, ben gideyim, son Peygamber kılavuz!
    Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya;
    Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!..

0 yorum :

Yorum Gönder

Blogger tarafından desteklenmektedir.